Rabbani Dergahı - KAYSERİ

Tasavvufi Bilgiler

TARİKAT NEDİR?

 

Tarikat veya  tarik kelimesi  “yol” anlamına gelir. “Allah’a ulaştıran yol” manasında kullanılmaktadır. Tarikat, Allah’ın rızasına ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri olarak da tanımlanır.

Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s)  Hazretleri tarikatı; Resulullah’ın okulu olarak ifade eder.

Zira tarikat; İslamiyet’in kalbi  boyutu üzerinde duran ve “kalbin fıkhı” diye nitelenen tasavvuf öğretisinin uygulandığı, peygamber varisi, kamil mürşitlerin aşk ve muhabbet lisanıyla müritlerine İslam hakikatini anlattıkları manevi bir mekteptir.

 

TASAVVUF NEDİR?

 

Tasavvuf İslam dininin ahlaki prensiplerini en ince ayrıntısıyla yaşayıp kalp tasfiyesi ve ruh temizliğine odaklanan ahlaki, İslami  disiplindir.

Kalbi saflaştırıp kötülüklerden arındırarak Allahu Teala’nın muhabbetine bağlanmak, Resulullah’ın söz, hareket ve ahlakına uymak, yolundan gitmektir.

Kalp ile yapılması ve sakınılması gerekli şeyleri ve kalbin kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilme, tasavvuf ilmi denir.

Tasavvuf; imanın kalbe daha sağlam yerleşmesin, ibadetlerin severek kolaylıkla yapılmasını ve Allahu Teala’nın rızasına kavuşmayı hedefler.

Tasavvuf ilmi, Allahu Teala’nın dostları olan evliyalara bahşettiği ledün ilmine vakıf mürşitlerin önderliğinde, Resulullah’ın okulu olarak tabir ettiğimiz tarikatlarda tatbik edilir.

Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s)  Hazretleri tasavvufu, ben demekten vazgeçip sensin diyebilme sanatı olarak tanımlar.

“İslam ; bir hayat nizamı, tasavvuf ise her şeye mürşidin gözüyle bakabilmek ve mürşidi, yaşam tercihi haline getirebilmektir.” Diyerek tasavvuftaki en önemli unsurun teslimiyet olduğunu vurgular .  Dervişliğin sadece dergahta değil yaşamın her alanına yansıyacak şekilde yaşam biçimi haline getirilmesi gerektiğini, buyururlar.

 

TASAVVUFUN KAYNAĞI

           

            Tasavvuf, çoklarının Kur’an ve sünnet’te ismini aramakla meşgul olup aslından mahrum olduğu bir cevherdir. Aslı ve sıfatı ile tamamen nasların (ayet ve hadislerin) meyvesi olan gerçek tasavvuf, sırf bir kelime kargaşası yüzünden ihtilaf konusu olmuştur.

Bazıları onun İslam’ın dışında göstermeye çalışmış, bazıları ona hep endişeyle bakmış, bazıları da onunla hiç ilgilenmemiştir. İşin başında usul hatası yapanlar, ne yazık ki sonuçta doğruya isabetten mahrum olmuşlardır.

Tasavvuf, mürşitlerin ortaya koyduğu yeni bir din değildir, zaman içinde teşekkül etmiş bir terbiye okuludur. Her şeyi ile dinin hizmetindedir. Hedefi, takvaya ulaşmış kamil insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’an ve Sünnet’tir. Sermayesi ilahi muhabbettir. Meyvesi aşk ve edeptir.

Fıkhi içtihatların hepsini doğrudan Kur’an ve Sünnet’ te aramak doğru olmadığı gibi; tasavvufun bütün usul ve edeblerini ayet ve hadislerin açık beyanlarında aramak ta isabetli değildir. Müçtehitler fıkıh alanında içtihat yetkisine sahip oldukları gibi, Kamil mürşitler de ahlak ve terbiye alanında içtihat yapmaya, yeni usuller belirlemeye ehildirler.

Bunun kendine has yöntemleri vardır. Bu iş din adına olduğunda sevabı çok olduğu gibi, mesuliyeti de büyüktür.

Bir şeyin Kur’an ve Sünnet’te olup olmadığını araştırırken bir usul vardır. Bazen, içtihatla elde dilen sonuçlar, ilk anda ayet ve hadislerde mevcut olmayan hükümler gibi gözükebilir.

 

İRŞADIN MANASI VE EHEMMİYETİ

 

Kelime olarak irşad; Hak ve hakikate, iyiye, doğruya tercüman olmak, Allah yolunu göstermek manalarına gelmektedir. Tasavvufi manasıyla irşad ise; Allah’ı kullarına, kullarını da Allah’a sevdirmektir. Belirli bir eğitimi ve metodu olan bu irşadı, şu şekilde tarif edebiliriz.

  • Yaratıcısıyla tanışık olmayan ruhları onunla tanıştırmak, Rabbiyle tanışık olan ruhları da onunla olan münasebetlerinde derinleştirip yükseltmek.
  • Potansiyel olarak insanlık kabiliyetine sahip olan insanı, fiilen insan haline sokmak! Diğer bir Tabirle “ insan-ı kamil” yapmak.
  • İnsanın şer kabiliyetini hayır kabiliyetine çevirmek suretiyle şeytan ve onun temsil ettiği kötülükleri bertaraf etmek.
  • İnsanı iyiliğe, ibadete, güzel ahlaka, Salih amele, istikamete vb.’ne hasılı Rabbinin rızasına yöneltmek suretiyle, O’na kavuşmasını sağlamak.

 

İRŞAD  KUTBU

 

Bir işin merkezinde bulunup onu idare edene o işin kutbu, yani idarecisi denir. Bir memleketin işlerini yürüten kimse, o işlerin kutbudur. Bir müçtehit, fetva işlerinin kutbudur.

Bir kamil mürşit de irşad ve terbiye işlerinin kutbudur. Onun için kendisine tasavvuf dilinde “kutbu’l- irşad” denir.

Kutup ifadesi bir sıfattır; irşadla görevli ve bu işe ehliyetli kamil insanlar için kullanılan bir ünvandır.

Kur’an-ı  Hakim’de ve Sünnet’te zikredilen halife, imam ve ulü’l-emr tabirleri, irşad kutbunu da içine alır.

İrşad kutbu olan zat, Hz.Rasulullah Efendimiz’in gerçek varisidir. Onun ilmine, edebine, ruhları nur ile temizleme işne,kalpleri Allah’a çevirme mesleğine, nefisleri terbiye etme ve hayata denge verme sanatına varistir.

Bu velayet ve yetki ona halk tarafından değil, Cenab’ı Hak tarafından verilmiştir. Vazife büyük olunca yetki ve destek de büyük olmaktadır.

İrşad ve terbiyenin asıl sahibi Allah’u Teala’dır, hidayet onun elindedir; ancak Allah’u Teala bu işi kulları arasından seçtiği kimselere yaptırmaktadır.

Bu kulların başında peygamberler gelmektedir. Peygamber olmadığı zaman bu işi onun halifeleri, varisleri ve vekilleri yürütmektedir.

 

İRŞAD KUTBUNUN ÖZELLİKLERİ

 

İrşad kutbu; Allah’ın huzurunda kabul görmüş mukarrebun makamında bir muttaki zattır; edep ve takva madenidir. Hayırlarda en öndedir. Muttakilerin imamıdır. İlahi huzurda insanlığı temsil eder. Naz makamındadır.

Büyük arif  İmam Rabbani (k.s) irşad kutbunu şöyle tanıtır; “İrşad kutbu olan velinin varlığı alem ve insanlık için bulunmaz bir devlettir. O, uzun zamanlardan sonra zuhur etse de, bir ganimettir. Onunla alem aydınlanır, kalpler nurlanır, Onun nazarı, maneve kalp hastalıklarına şifadır.

Onun bir kalbe teveccühü, ondaki düşük ve rezil huyları temizleyip atar. Bu öyle bir zattır ki, velayet mertebelerinin en yükseğine ulaşmıştır. Allah tarafından seçilmiş ve sevilmiştir.

Buna mahbubiyet makamı denir. O makamın bütün kabiliyet ve yetkisi ona verilmiştir. Bu zat, velayet mertebelerinin kemalatını bünyesinde toplamıştır. Allah’a davet makamlarının tamamını elde etmiştir.

Özetle; ‘kendisinde bütün güzellikler toplanmış’ sözü onun hakkında ne kadar doğrudur. Bu irşad kutbu, kalbiyle bir kimseye yöneldiğinde o kimsenin kalbi açılır, ilahi sevgiyle dolar. Veya bir kimse sevgiyle ona yönelse ameli ve zikri az da olsa, onun feyzinden istifade eder, imanın tadını alır.” (Mektubat)

 

MÜRİT KİMDİR?

 

Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s)  Hazretleri buyuruyor ki; “Mürit; murad olunan demektir. Allahu Teala’nın kulları arasından seçip murad ettiği kimseler mürit olabilir. Mevla müridi kendi rızasına kavuşturmak için ona bir yol açmıştır. Mürşidiyle karşılaştırmıştır.

 

MÜRŞİT KİMDİR?

 

İrşad eden, doğru yolu gösteren rehber zata mürşit denir.Allah’ın doksan dokuz güzel isminden biri de “er- Reşid” dir. Reşid, mürşit anlamına gelmektedir. Çünkü asıl olarak hak ve doğru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allah’u  Teala’dır,Nebileri ve rabbani alimleri vasıtasıyla insan ve cinleri ilahi kitabının nurlu beyanlarına davet etmektedir.

İnanan, inanmayan herkese merhamet buyurup onları ebedi azaptan kurtaracak mürşitleri aralarından çıkarmaktadır.

  1. Ayet-i kerimede; “ İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir sınıf bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Al-i İmran, 104) buyrulmaktadır.

Tasavvufta kemale ermiş, olgunlaşmış, evliyalık mertebesinin sonuna ulaşmış, insanlara kulluk hakikatini öğretip kendisine tabi olanları irşad etmekle vazifeli  rehber zata mürşid-i kamil denir.

Umumi manada mürşid-i kamil, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber varisidir. Ulaşmak isteyenle ulaşılacak olan arasında bir köprü mesabesinde olan mürşidin en belirgin vasfı, Hakka yakınlıktır.

Onun fiziki alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açıktır. O, Allah, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varlığın esrarına aşina bir arif, dünya ve ahiret bilgileriyle donanmış bir bilgedir.

Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansıtan bir velidir. İşte böylelerinin elinde her zaman, kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir. 

Ruhlara insan-ı kamil olma ufkunu açamayanlara mürşit denemez. Denemez; zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler.

Dünya üzerinde öyle mübarek zatlar var ki, Allah onları insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsınlar diye hizmetine almıştır.

Onlar insanlığın irşadı için, kurtuluşu için görevlendirilmiş velilerdir. Allah’tan başkası önünde eğilmezler ve O’nun rızasından başka şey talep etmezler.

Onların gayeleri sadece Alemlerin Rabbi Allah’tır. Sözleri O’nun zikrinden ibarettir. Güneş gibidirler. İnsanlar için bir ışık, insanlık için bir aydınlık… Yoldan, yolumuzdan haber verirler, rehberlikleri ile yolumuzu aydınlatırlar. Hiçbir karşılık talep etmeden, beklemeden…

  1. Dünya hayatının en şerefli ve en değerli işi, gönülleri Hakk’a uyarıp duygu ve düşünceleri Allah ile buluşturmaktır. Çünkü şuur sahibi bütün varlıkların yaratılış gayesi Allah’ı tanımak ve ona ibadet etmektir.( Zariyat, 56)

Bu gayeden uzaklaşıldığı an, hayat manasını yitirmiş, imtihan kaybedilmiş, dünya hayatıyla birlikte ebedi hayat da hüsrana uğramış olur.

Muhtelif ayet ve hadislerde işaret edildiği üzere, Allah’ın zikri bütünüyle yeryüzünden kalktığı zaman dünyanın da varlık sebebi ortadan kalkmış ve kıyamet vacip olmuş olur. Demek ki, dünyayı ayakta tutan şey Allah’ın zikridir. İşte insanın yüzünü Hakk’a çevirmekten ibaret olan irşadın değeri, bu yaradılış gayesinden kaynaklanmaktadır.

Böylesine şerefli bir vazifeyi, Allah en seçkin kulları olan Peygamberlerine ve onların varislerine vermiştir. Şayet irşaddan daha değerli bir iş olsaydı, Cenab’ı Hak peygamberlerine  o vazifeyi verirdi.

 

MÜRŞİT KİMDİR NE YAPAR?

 

Takva imamı olan kamil mürşit, alimdir. Aynı zamanda ariftir. Feraset sahibidir. Takva nuru ile yürür. İlahi destekle yol alır.

Kalbi her an Rabbine bağlıdır. İlhama mazhardır. Müşahede sahibidir. Devamlı naz ve niyaz içindedir.

Allah rızasından başka iddiası ve davası yoktur. Halini iyi bilir. Bildiğinin hakkını verir. Bilmediklerini öğrenir. Her şeyi durumunda ve zorunda değildir. Bütün mürşitlerin fikıhta müçtehit olması gerekmez,  bir hak mezhebe göre ameli kafidir.

Kamil mürşitler, kalbin temizlenmesi ve nefsin terbiyesi için önce ayet ve hadislerin zahir ve batın manasına son derce önem verirler. Onların işaretlerine dikkat ederler.

Bunların yanında sahabe-i kiramın söz ve davranışlarıyla amel eder, onları kendine örnek alıp usul belirlerler. Ayrıca, İslam alimlerinin üzerinde icma ettiği, güzel bulduğu hususları değerlendirirler.

 

Önceki Salihlerin tecrübe, müşahede ve tespitlerine itimat ederler. Bunlardan başka, kıyas yoluyla yeni tespitler  yapabilirler.

 

Dinin yasaklamadığı örf ve adetleri göz önünde tutup halkın özellik ve karakterine uygun usuller belirleyebilirler.

 

Kamil mürşitler ayrıca, önceki peygamberlerin söz ve gidişatından, getirdikleri dinin edeplerinden istifade yoluna gidebilirler. Buna fıkıh usulünde “ şer’u men kablena” yani bizden önceki şeriatlarla amel etme prensibi denir.Usulünce yapıldığında bununda yolu açıktır.

Tasvvuftaki herhangi bir uygulamanın dindeki yeri ve hükmü araştırılırken, onun sadece hangi ayet veya hadise dayandığını sormak yeterli ve isabetli değildir.

“Bu uygulama hangi dini delile dayanıyor?” diye sormalı ve hükmü ona göre vermelidir. Mesela ayet ve hadislerde açık olarak hükmünü bulamadığımız bir amel, sahabenin sözüne veya uygulamasına dayanıyorsa makbuldür.

Aynı şekilde İcma, Kıyas, Maslahat, İstihsan gibi delillere dayanan uygulamalarda makbuldür.Hepsi dindendir, derecesine göre sevap verilir.

 

MÜRŞİTLERİN MAKAMLARI

 

Kamil bir mürşidin velilik makamına ulaşması mutlaka gereklidir. Aksi halde, veli olmayan bir zat taliplerine manevi ufuk açması bir tarafa, onlara zarar bile verebilir.

Velayet ise fena fillah (Allah’ta fani olma) makamıyla başlar. Bu bir nevi yeryüzünden Süreyya yıldızına kadar olan basamakları çıkmak gibidir. Veli bu mesafeyi bazen adımlarıyla bazen de manevi bir vasıtayla çekilerek çıkar. Sonunda her türlü mesafe ve mekandan münezzeh olan Allah’a vasıl olur.

Vuslata eren bir velinin tevhidi ve dolayısıyla da imanı kemale erer. Nefsani ahlakından soyunur. Rahmani ahlak ile ahlaklanır. Cenab-ı Hakk’ın tecellilerine mazhar olur. Lakin bu makamda olan bir kimsenin alemi, şu gördüğümüz fiziki alem değildir. Her nekadar cismi bu alemde olsa da ruhu arş-ı a’ala ve onun üzerindeki manevi alemlerle alakadardır.

Bulunduğu alemin kayıtlarıyla sınırlıdır. O yüzden vecd ve istiğrak halleri galiptir. Çoğu zaman Allahu Teala’nın dışındaki her şeye (masivaya) şuurları kapalıdır.Avamdan olan halkla onların dünyası apayrıdır.

İşte bunun için fena fillah makamından beka billaha dönmeyen bir veliye irşad görevi verilmez.

Beka billah, vuslat ile kemale erdikten sonra, bir bakıma çıktığı merdivenlerden geri dönüp fiziki alemdeki insanların seviyesine  inmektir.

İrşat vazifesini yerine getirebilmek için bu iniş zaruridir. Zira, veli ile talibin arasında- makam bakımından olmasa da mertebe açısından bir uçurum olmamalıdır.

Bir veli, Allah’a vuslat yolunda çıkarken ne kadar çok yükselirse halkın seviyesine inişi de o kadar fazla olur.

Aynı şekilde, fiziki aleme doğru ne kadar çok inerse makamı o kadar yüksek, irşadı o denli kuvvetli olur. Çünkü iniş fazla olduğundan mahluk yakınlığı artar. Böylece kendisinden çokça istifade edilir.

Nübüvetten başka velayet makamının da sultanı olan Hz. Resulü  Ekrem Efendimiz (s.a.v.), çıkışta herkesten yukarı, inişte herkesten aşağı indi. Bu yüzden onun irşadı bütün peygamberlerden kuvvetli oldu ve bütün insanların peygamberi oldu.

            Şu halde fena fillah ve beka billah makamlarına ulaşan bütün mürşitler, prensipte kamil ve veli olmakla birlikte, aralarında yerle gök kadar mesafe bulunabilmektedir.

            Aralarındaki bu fark hiç şüphesiz irşada da yansımaktadır. Ayrıca kutbiyyet ve gavsiyyet makamlarının sultanları  ile bu makamda olmayanların ahiretteki  şefaatleri her halde bir olmayacaktır.

            Hatta ehl-i keşfin beyanına göre;  gavs, duasıyla sufi olmayanların da imdadına yetişir. Onların son nefeste imanla kabre girmelerine vesile olur.

            Kamil mürşitlerin sözleri ölü kalpleri diriltmek için de vardır. Onlar ashab-ı makal gibi çuvallarla laf etmezler. Pek az ve inci gibi tane tane konuşurlar. Halleri her şeyi anlatmaya kafidir. Bakışları manevi kalp hastalıklarının şifasıdır. Taş kesilmiş kalpler, onun sevgisine kavuşmakla yumuşak olur.

            Hadis-i şerifte buyrulduğu  üzere: “Görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” Cismani yüzleri ile Allah’ın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle Allahu Tealaya bağlıdırlar.

            Dışları halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kutside Cenab-ı Mevla, “onların gören gözü,tutan eli, işiten kulağı” olduğunu beyan etmektedir.

            Kim bilir, belki de Hak Teala Hazretleri günde kaç kere kalplerinde tecelli edip dostunun gönlüne nazar etmektedir.

            Zira şeyhimiz Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri bu hakikati şöyle tarif eder: “Allah dostlarının Allah ile özel anları vardır. Özel anında Allahu Teala dostunun kalbine nazar eder. Orada senin ismine Allah’ın nazarı isabet ederse ebedi rahmete kavuşursun”

            Dolayısıyla böyle bir kalbe girebilmek kadar büyük bir saadet yoktur. Çünkü o kalbe girmek Hz. Resulullah’ın kalbine girmek ve Allah’ın rızasına nail olmak manasına gelmektedir.

            Paha biçilmez değerde bir ristale benzeyen o kalbi kırmak ise şekavetlerin en büyüğüdür. Çünkü bunun manası da yine hadis-i kutside belirtildiği üzere, Allah ile savaşmaktır. “ Dostuma düşmanlık yapana harp ilan ederim.” “Bir kuluma belasını vermek istersem, onu bir dostuma musallat ederim” (http://www.silsile.tr.gg/’den alınmıştır.)

 

MÜRŞİDİN İLGİSİ VE İLTİFATI

 

            Mürit şunu iyi bilmelidir:

            Mürşidinin kendisine karşı göstermiş olduğu tavır müride ilaçtır. Mürşit, müridin manevi doktoru olması hasebiyle onun tedavisini yapacak kişidir. Onun hangi hastalığına hangi ilacın lazım olduğunu en iyi o bilir ve ona uygun tedavi yapar.

            Mürit, mürşidi kendisine nasıl davranırsa davransın, nefsi için lazım olanın o olduğunu, hayrının onda olduğunu kesin olarak bilmelidir.Mürşit müridin keyfine göre davranırsa, nefsin hastalıkları nasıl tedavi olacak? Müridin mürşidinden ilgi, sevgi ve özel iltifat beklemesi bu yolda en büyük edepsizliktir.

            Bazen zayıf bir müridin ayağı ve kalbi kaymasın diye kendisine mürşit tarafından güzel muamele edilir; halbuki diğer müritler ondan daha sevimlidir. Bu mürşidin şefkatinden ve ince siyasetinden kaynaklanmaktadır.

            Ashab-ı  kiram dan  Sad b. Ebi Vakkas (r.a) anlatıyor:

            “Bir defasında Resulullah Efendimiz(s.a.v.), bazı insanlara mal veriyordu. Ben de yanlarında oturuyordum. Orada bulunan muhacirlerden birisine bir şey vermedi. Bana göre onların içinde en faziletli ve ikrama ençok layık olanı o idi. Böyle düşünerek Efendimiz’ in (s.a.v.) yanına yakşalıp:

            “Ey Allah’ın resulü! Şu falancaya niçin bir şey vermiyorsunuz? Vallahi ben onun Salih bir mümin olarak görüyorum! Dedim.

Efendimiz (s.a.v.)‘Müslüman desen daha iyi olur!’ buyurdu. Ben biraz sükut ettim. Sonra dayanamadım tekrar söyledim, ama aynı cevabı aldım. Üçüncüde Allah Resulü(s.a.v.) şöyle buyurdu:

  1. “Ben bazı insanlara böyle mal ve hediye veriyorum ki, İslam’dan çıkıp yüz üstü cehennemi boylamasınlar. Aslında kendisine bir şey vermediklerim bana, bunlardan daha sevimlidir.( Buhari)

            Allah Resulü (s.a.v.)bazı insanların imanlarını zayıf buluyordu. Bunun için onlara kalplerini dine ısındıracak ve kendisine bağlayacak davranışlarda bulunuyordu.

            Kendisine iltifat ve ikram etmediği sahabenin ise imanına güveniyor, onu içten seviyor fakat kendisine zahiren bir iltifat göstermiyordu.Mürşitler de  Hz. Peygamber’in (s.a.v.) varisi olarak onun usulü üzere müritlerini terbiye ederler, İmam Sühreverdi’nin (k.s.) anlattığı şu hadise de bu konuda güzel bir örnektir.

            “Şeyh Abdulkadir Geylani’ye (k.s) dervişlerinden birisi ziyarete gelince  kendisine haber verilirdi. Hazret halvete girdiği yerden gelir, kapıyı açar, selam verir, müritle bir musafaha eder ve kendisi ile hiç oturmadan halvethanesine geri dönerdi.

            Henüz mürit olmayan birisi kendisine ziyarete gelince çıkıp kendisini karşılar, onunla oturur, sohbet eder, ikramlarda bulunur, kendisiyle bir hayli ilgilenirdi. Bu durum bazı dervişlere ağır geldi.

            Hazret bunu haber aldı, sebebini şöyle açıkladı:

‘Bizim gerçek dervişlerle bağımız ve bağlantımız kalptendir. Hem derviş bizimdir, bizim ehlimiz arasındadır. Aramızda yadırganacak bir hal yoktur. Bunun için onlara karşı muamelemizde bu şekilde kalplerimizin birliği ile yetiniyoruz.

            Yeni gelen birisi ise zahiri iltifatlara alışmış biridir. Ona böyle davranmazsak kalbine soğukluk gelir ve bizden uzaklaşır.

  1. Bu sebeple böyle davranıyoruz’ (Arifler Yolunun Edepleri kitabından alınmıştır.)

Ebul Hasan Harakani Hazretleri buyuruyor ki:

“Mürit odur ki; dergahtan girdiği andan itibaren şeyhi onunla meşgul olmak durumunda kalmasın!”

 

GÜNÜMÜZDE MÜRŞİT EVLİYA OLUR MU?

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) rabbine kavuştuğu zaman yer gök inledi, Dağlar, taşlar bütün yeryüzü Allahu Teala’ya niyaz etikti;

“Ya Rabbi! Şimdiye kadar üstümüzde peygamberlerin, Salih kulların dolaştı. Şimdi son peygamberini de huzuruna aldın, biz ondan mahrum kaldık.”

Allahu Teala buyurdu ki:

“Mahzun olmayın, şimdiye kadar yeryüzünden 124,000 peygamber geldi geçti. Ben kıyamete kadar 124,000 peygamber sayısınca veli kulumu yeryüzünden eksik etmeyeceğim.”

Cenab-ı Hak şüphesiz vaadinde sadıktır, kıyamete kadar 124,000 peygamber  sayısınca evliya yeryüzünden eksik olmayacaktır.

Bu evliyaların her biri bir peygamber makamında oturur. Bazı büyük evliyalar birkaç peygamberin birden makamında bulunur. Makamında oturmak onun yerine vekalet etmek anlamındadır. O peygamberin ruhu gelip de evliyanın vücudunda zuhur etmez. Evliya o makamda kendi ruhu ile bulunur.

Bazı kimseler halifelerinde o mübarek zatın ruhunun tecelli ettiğini söyleyerek günaha girmekte, dinimizde yeri olmayan reankarnasyon (ruh göçü) karmaşasına meydan vermektedir.

Hiç kimse bir diğerine dönüşemez. Allah her velisini ayrı meşrepte yaratmıştır. Mevla’nın katında makamı yok?

Allah dostları Resülullah’ ın terbiyesinde yetiştirir ve Peygamber Efendimiz’ in (s.a.v.) vasıflarını kuşanıp ameline varis olurlar.

İnsan-ı kamil özellikleriyle hepsi birbirinin aynısıdır fakat hepsi başka ruh, vizyon, birikim,kabiliyet ve makama sahiptir.

Teslimiyet konusunda da bu konuya benzer bir yanlış algı söz konusudur. Teslim olan mürit sohbet ederken; “Konuşan ben değilim şeyhim konuşuyor.” Derken söylediği cümleyi iyi idrak etmek etmelidir.

Şeyh hiçbir müridin vücuduna zuhur etmez, mürşidin gönlünden müridin gönlüne hat çekilir.

Eğer mürit tam teslimiyet gösterebilir, şeyhinin rızasına kavuşursa bu hat itibarıyla bir çok kunuya mürşidi gibi yaklaşmaya, olayları onun gibi doğru değerlendirmeye ve mürşidinin istediği gibi hareket etmeye  başlar.

Bu; hizmet edip rıza kazanan müritlerin Allah’ın lütfu keremiyle yaşayabileceği bir durumdur.

Bu yaşanan Batıni bir haldir. Zahirde mürşit gelip müridin kalbine şunu söyle, bunu söyleme diye fısıldamaz. Böyle olduğunu iddia edenleri şeytan yanıltmaktadır.

124,000 peygamberin hepsi farklı konumdaydı, kimine bir kişi bile iman etmedi. Allahu Teala’nın da hiç kimsenin bilmediği dostları vardır.

Evliyalar mana aleminde aşıklar ve maşuklar olarak ikiye ayrılır. Aşıklar Allah’ı sevenler, maşuklar ise Allah’ın sevdikleridir. Maşukları Allah’u Teala kendisi için saklamıştır. Onlar gizlidir ve insanların bir çoğu onları tanımaz, tanısalar da hakikatlerini kavrayabilmek kolay kolay  nasip olmaz.

 

MÜRŞİD-İ KAMİLİN EHEMMİYETİ

 

Mezhep imamımız İmam-ı Azam Hazretleri, Efendimiz’in (s.a.v.) 1400 yıl önce, “ Ahir zamanda ümmetimden Numan isminde öyle biri çıkacak ki ümmetime ışık olacak.” Sözüyle geleceğini ismiyle haber verdiği müçtehit bir zat! Tarikatın, bir mürşid-i kamilin ehemmiyetini bize gösteriyor.

Zahirdeki ilmimiz ne kadar fazla olursa olsun Allah’ın yer yüzünde “ Halifem” dediği gerçek bir mürşide tabi olmadıktan sonra mesafe almamızın imkanı yok. O mezhep imamı koca sultan buyuruyor ki; “ Ömrümün son iki yılı olmasaydı Numan helak olmuştu.” Nedir o ömrünün son iki yılı?

Efendimizin torunlarından  Cafer-i Sadık Hazretleri’ne, Nakşi yolunun beşinci büyüğüne intisap etti. Mezhep imamı, müçtehit bir zat iken, “ Eğer o iki yılım olmasaydı ben helak olmuştum .“  diyor.

İntisap ettikten iki yıl sonra vefat etmiştir. Zahiri ilim ne kadar fazla olursa olsun bir mürşidin çok ehemmiyeti var.

Bir çokları; Bediüzzaman Hazretleri için “Üstat tarikata karşı.” Der!  O mübarek, yirmi dokuzuncu mektupta: “ Bir kimse zahiren ne kadar ilim sahibi olsa da kendisini muhafaza açısından ilmi kifayet etmez. Fakat bağlı olduğu bir mürşidi varsa o sultanın himmeti onu hatalara düşmekten kurtarır, akıbetini selamete çıkarır.” Diyor.

           

O Cafer-İ Sadık Hazretleri ki; Allah Resülü’nün torunuyken, Nakşi yolunun mürşidiyken, Resulullah’ın makamında oturuyorken, Bir gün Kölesine diyor ki;

“ Yarın mahşerde ikimizden hangisi kendini kurtarırsa o diğerine şefaat etsin,” Cafer-i Sadık Hazretleri kölesine diyor bunu.

Mezhep imamı müçtehit bir zat olan İmam-ı  Azam’ın, “Ben ona tabi olmasaydım helak olmuştum.” Dediği bir sultan, mahşerin dehşetli gününde kölesinden yardım istiyor.

Kölesi taaccüp ediyor; “ Efendim, siz Rasulullah’ın torunusunuz, siz bu makamdayken yarın mahşerin dehşetli gününde bir köleden mi şefaat bekliyorsunuz?” diyor.

O sultanın verdiği cevaba bak:

“Ben bu amellerimle ceddimin yüzüne bakamam. Amellerime güvenemiyorum da senden onun için medet umuyorum. Yarın mahşerin dehşetli gününde Efendimiz’ in yüzüne nasıl bakayım?”

Şeyhimiz buyuruyor ki;

“Bunu okuduğum zaman çok ağladım. Nefsime söylüyorum ne haldeyiz! O sultanların Allah huzurundaki tevazusuna bak, biz hiçbir şey bilmez iken, kibrimize, gururumuza bak! Allah muhafaza!

Gururlanacak ne bir ibadetimiz var ne elle tutulur bir ilmimiz var şöyle geriye dönüp baktığımızda… Tek kurtuluşumuz iyilerle beraber olmaktan geçiyor.”

Allah dostları nisan yağmurları gibidir. Nisan yağmurları nasıl ölü toprağı diriltir, yeşertir ise evliyaların sohbetleri de ölü gönülleri diriltir, yeşertir. Onların sözleri rahmet, bakışları şifadır. O sultanların gönüllerine girmeyi başaranlar, ebedi saadete ererler. Zira onların Allah ile özel anları vardır. O anda gönüllerinde oraya taşıdıkları Allah’ın rahmetine dahil olurlar.

Kainatın Sultanı Peygamber Efendimiz(s.a.v.) buyuruyor ki;

“Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır. İyilerle beraber olanlar, Allah’ın rahmetine kavuşur.”

Nasıl mı? Zira Allah Azze ve Celle buyuruyor ki:

“Ben kulumun suretine değil, gönlüne bakarım.”

İşte tarihten iki örnek; Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’ ine bakarmısınız, Kendisi necis bir köpek iken, Allah dostları ile bir arada olmasından dolayı  Allah onu cennetle müjdeledi. Kim olduğuna değil kiminle olduğuna baktı.

Hz. Nuh’un oğlu Kenan da, ulü’l-azm bir peygamberin oğlu olmasına rağmen oda müşriklerle beraber olduğundan ebedi cehenneme müstehak oldu. Onun da kim olduğuna değil kiminle olduğuna baktı.

 

HERKES EVLİYA OLABİLİR Mİ?

 

Kalp gözü açık olan her insan evliya değildir. İhlaslı Rabbinin rızasına kavuşmuş kulların gönül gözleri açılabilir Allah o insana çeşitli manevi ikramlarda bulunabilir, duasını makbul kılabilir.

Fakat evliya olmak başkadır. Çalışarak, çok ibadet ederek evliya olunmaz. Allah evliyaları, ezelden seçmiş ona göre yetiştirmiştir.

Evliyaların hepsi aynı noktada değildir. İnsanlığın hizmetine verilmiş, görevli evliyalar topluluğu vardır. Bunlar mürşid-i Kamil konumundadır. Meczup kimseler evliya olabilir fakat onların irşat yetkisi yoktur. Bu nedenle meczup kimselere beyat edilmez.

Meczuplara insanlar itibar etmedikleri için konuşmalarına müsaade olur ve olağan üstü hadiseler anlatırlar fakat bunu avamdan kimseler taşıyamaz.

Görevli evliyaların mana aleminden konuşması, bilhassa manevi sırlardan bahsetmesi yasaklanmıştır. Sırları değil ama cereyan eden hadiselerin çok cüzi bir bölümünü kimi evliyalar talebeleri ile paylaşır.

Müride düşen evliya olmaya çalışmak değil, tabi olduğu evliyaya hakkıyla hizmet edebilmek ve bu vesileyle Rabbinin rızasını kazanmaktır.

Şeyhimiz Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor;

“Rabbim senden razı olursa seni suyun üstünde de yürütür, havada da uçurur. Fakat bu yolun maksadı Allah’a kulluktur. Bu kapıya böyle arzularla gelip evliya olma,şeyh olma, çok riyazet yaparak gönül gözünü açma çabasına düşenler en baştan yanılmıştır. Maneviyatta bir göreve talip olunmaz tayin olunur.”

“Kim nefsinden bir göreve talip olursa o nefsiyle baş başa bırakılır, kimde bir göreve tayin olunursa Allah ve Resul’ü onun yanındadır. Allah kimi seçeceğini en iyi bilendir.” buyuruluyor.

Bize düşen Allah’ın seçip tayin ettiği velilere hürmet göstermek, gönül verdiğimiz Hak dostuna, teslim olmaktır.”

 

 

TASAVVUFTA MÜRİT YOLUN SONUNA GELİNCE EVLİYA OLAMAZ MI?

 

Allah ezelden seçmediyse kimse evliya olamaz. Ama bir evliyanın hizmeti ve rızasıyla şereflenip makamını yüceltir, gönül gözü açılır,İstikamet üzere gittikçe ilerler. Allah böyle kullarını evliyalık derecesi ile makamına alır.

Allah’ın evliyalık derecesiyle makamına alması başka, dünyada yaşarken görevli evliya olmak başkadır.

Görevli evliyalar topluluğu 124,000 evliyanın içinden seçkin 300 kişidir. 300’ün içinden seçilmiş  40 kişi, kırklardır (7’si bayandır. Hanımlar evliya olabilir fakat mürşit olamazlar.) Kırklara; abdallar denir. 40 kişiden seçilmiş 9 kişi vardır, 9 kişiden seçilmiş 7’sine, 7 ler, 7 kişiden seçilmiş, 5’ine, beşler, 5 kişiden seçilmiş, 3’üne, üçler denir.

Kutbü’l-aktab dediğimiz Rasulullah’ın makamında oturan veli zat 1. kutuptur. En yetkili veli odur. O Resülullah’tan bir gün fazla yaşayamaz. 63 yaşında vefat eder.

2.ve 3. kutuplardan biri doğunun, biri batının kutbudur.Onlara “Gavs” denir. 90’lı yaşlara kadar hizmet ederler.

Bir de bunların dışında başka seçkin bir evliya daha vardır, maşuklardan olduğu için gizlenmiştir. Hatta öyle ki; Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin naklettiğine göre zamanın kutbü’l-aktabı bile ondan habersizdir. İşte bu zata “kutbü’l-efrad” denir.

Bu zat zahirde gizlense de, batında kutupları yetiştirmekle ve alemler ötesinde hizmet etmekle vazifeli, ledün ilminin bütün sırlarına vakıf bir Allah dostudur.

 

BİR MÜRŞİDE HALİFE OLMAK

 

Kamil mürşitlerin ideallerinin biri de kendilerinden daha büyük mürşitler yetiştirmektir. Bunun için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayıp onların terbiyesi terbiyesiyle meşgul olurlar. Nihayet belirli mertebe ve makamlara ulaşan talip, mürşidinden icazet alarak halife olur. Yani mürşitlik yapmaya ehil bir kimse  haline gelir. Bir mürşidin çok sayıda halifesi olabileceği gibi , hiç halifesi de olmayabilir.

Genel olarak iki türlü hilafet şekli vardır. Birincisi işaretle verilen halifelik, ikincisi de zaruretle verilen halifeliktir.

İşaretle halifelik, silsiledeki meşayih-i kiramın mana alemindeki ittifakı ve işaretleriyle verilir. Tabi bu silsilenin başı Hz.Peygamber’dir (s.a.v.) Cenab-ı Hak kimi seçtiyse, mürşit ona hilafet verir. Makbul ve üstün olan hilafet şekli budur. Mürit bu çeşit hilafeti geri çeviremez. Kamil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) mürşitlerin halifeleri ekseriyetle böyledir. İstisnaları azdır.

Zorunlu halifelik ise, bir ihtiyaç veya maslahata binaen, müridin makamı kemale ermediği halde sadece mürşidin izniyle verilen halifeliktir. Bu tip halifelerin mürşidi hayatta olduğu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eğer kemale ermeden mürşidi vefat ederse onun işi tehlikeli ve zordur.

Yukarıda anlatılanların dışında, bir de müritler tarafından halife ilan edilen şahıslar vardır ki, bunların gerçekte mürşitlikle bir alakaları yoktur. Umumiyetle herhangi bir halife bırakmayan mürşide bağlı  müritler bunu  yaparlar. Belki seçtikleri zat çok iyi, muhterem ve hatta veli bir zat olabilir. Ama Mürşitlik başka bir şeydir. Kamil mürşit tarafından izin verilmedikçe irşatları muteber değildir.

Hz. Peygamber’e (s.a.v.) kadar uzayan bir icazet silsilesinden de mahrumdurlar. Bu gibi zatlar cemaatin önünde hayırlı işler yapan bir ağabey fonksiyonundan öteye geçemez. Hakiki terbiye veremez. Verse de geçerli olmaz. Fena ve beka mertebelerine ulaşamadığı için, kendilerine rabıta yapılmasına izin veremez, daha doğrusu vermemelidir. Çünkü böyle bir rabıtanın  faydası yoktur.

Ders vermek üzere kendilerine vekalet verilen şahıslara ise vekil denilir. Bazı tasavvuf kollarında bunlara halife diyenler de vardır. Fakat söz konusu zatların mürşitlikle bir alakaları yoktur. Mürşitleri vefat eder ya da vekaletten azlederse bunların vazifeleri sona erer.

 

MÜRŞİTLİK BABADAN OĞULA GEÇERMİ?

 

Mürşitlik kesinlikle babadan oğla, kardeşten kardeşe, kan bağıyla veya irsiyetle geçen bir vazife değildir.

Mürşitlik, ancak amel edip matlup olan mertebelere ulaşan ve ilmi olan salike Allah’ın ihsan ettiği bir görevdir. Bu saadete nail olan, mürşidin oğlu da olabileceği gibi yabancı birisi de olabilir…

Fena fillahtan beka billah makamına kim döndü ise , Allah’ın izniyle ona vazife verilir. Dönmeyene irşad izni verilse de, böylelerinin mürşidi hayatta değilse irşad vazifesi yapmamaları daha uygundur.

Kamil mürşitlerin dikkatle üzerinde durdukları konulardan biri de makamın layık olana verilmesidir.

Üftade Hazretleri’nin buyurduğu gibi, yakın çevrede kamil mürşitlik makamına elverişli hiç kimse kalmazsa, dünyanın öbür ucundan layık olan getirilip o makama  oturtulur.

Tarih boyunca bu hassasiyete sahip olmayanlar kısa zamanda dağılıp gitmişlerdir. Nitekim dergahların çöküşünü hazırlayan önemli sebeplerden birisi de budur.

Gecmişte bazı tasavvuf kollarında, yetişmiş erkek evladı bulunmadığı için beşikteki şehzadeye hilafet verenler çıkmıştır. Fakat “beşik şeyhliği” diye bir kavramın tarihe geçmesine sebep olan bu kollar, çok sürmeden yok olup gitmiş, isimleri bile unutulmuştur.

Elbette ki gavslık, mücedditlik gibi manevi zirvelerde dolaşan, çevresine feyz, nisbet ve nur saçan büyük insanların ailelerinden büyük zatların çıkmasından daha tabi bir şey yoktur. Hatta bunların bazılarının kıyamete kadar devam etmesi beklenir.

Mesela mana gözüyle istikbale bakan Gavs-ı Kasravi Hazretleri’nin, kendi aile ocağından yedi tane gavs çıkacağını müjdelediği rivayet edilir.

Bir mürşidin evlatlarının hepsi birden nazarını Hakk’ın rızasına diker ve bu gate uğrunda ihlasla amel  ederse, Allahu Teala onların sa’yü gayretlerini boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hak hem sonsuz merhamet sahibi hem de  Adil-i Mutlaktır.

  1. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, “ Kim zerre kadar hayır işlese onun karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür.” (Zilzal, 7-8)

 Şah Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin amelini işleyen, onun makamına ulaşır. 

Demircinin oğlu çoğu kere demirci, Çiftçinin oğlunun çoğu kere çiftçi olduğu gibi, Peygamberlerin oğul ve kardeşlerinden peygamber, Mürşidin yakınlarından da mürşit çıkmıştır.

  1. İbrahim’in(a.s.)oğlu İsmail (a.s); Yakup’un (a.s) oğlu Yusuf (a.s); Musa’nın (a.s) kardeşi Harun (a.s) bunun en güzel örnekleridir. Aynı şekilde mürşitlik görevi İmam-ı Rabbani Hazretleri’nden oğlu Muhammed Masum Hazretleri’ne ondan da oğlu Şeyh Seyfuddin Hazretleri’ne intikal etmiş, sonraki silsilede de bunun bir çok örnekleri görülmüştür.( http://www.silsile.tr.gg/’den alınmıştır)

 

MÜRŞİTLERİN VAZİFELENDİRİLME ŞEKİLLERİ

 

Bir mürşit üç şekilde vazifelendirilir.

  1. Bir kamil mürşit elinden (Şeyh Şerafettin Hazretleri, Şeyh Abdullah Dağıstani Hazretleri gibi. )
  2. Arada hiç kimse olmaksızın Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından ( Böyle velilere “üveysi” denir. Veysel Karani Hazretleri gibi.)
  3. Bizzat Allahu Teala tarafından (İmam-ı Rabbani Hazretleri, Ahmet Bedevi Hazretleri, Şeyhimiz Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri gib.)

Allahu Teala tarafından vazifelendirilen mürşitlerin öğretmeni bizzat Allah’tır, onların ilmi kimseyle kıyaslanamaz. Fakat bu durum bazı insanların yanlış ifade ettikleri gibi aradan haşa Peygamber Efendimiz’i çıkarmak manasına gelmez. Bütün veliler Hz..Peygamber Efendimiz’in  (s.a.v.) hizmetkarıdır.

Bunlar Allah’ın dostların seçme yöntemleridir.

Rabbani velileri de Allahu Teala zahirde bir silsileye dahil eder ve onu bir kamil mürşide gönderir. Tıpkı Şeyhimiz Mehmet Pehlivanlı (k.s)  Hazretleri’ni  Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri’ne (k.s) göndermesi gibi.

Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri (k.s) Sultanımızın bu hakikatini bildiği için, Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri’ne maddi manevi hiçbir konuda müdahil olmamış, her zaman;”Bizim sana diyecek sözümüz yok, seni Allah seçmiş, sen tamamsın inşallah.” Diyerek diğer bütün halifelerden ayrı bir yere koymuştur.

Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri’nin (k.s) dünyanın dört bir yanında dergahları ve 15.000’i aşkın vekili vardır.

Hazret bütün dergahların kurulması ve idame ettirilmesi için maddi manevi destek olmuştur.

            Sadece sultanımız Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri’ni Kayseri’ye tayin edip “Git dergahını aç!” buyurmuştur.

 

Sultanımız Şeyh Efendi Hazretleri’nin ardında hizmet ettiği 17 yıl boyunca, Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri (k.s) bir kere bile destek vermemiş yada ahvalini sorgulamamıştır.

            Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri (k.s) ve Sultanımız Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri arasında bizlerin idrak edemeyeceği bir iletişim vardır. Sultanımız 8 sene boyunca defalarca Kıbrıs’a ziyarete gitmiş, Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri’yle 8 dakika baş başa görüşememiş, 8 yıl boyunca bir talimat almamıştır.

            Ne zaman Kayseri’den bir mürit Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri’ni ziyaret etse, “Sizin şeyhiniz Kayseri’de “ Buyurmuş, Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri’nin tasarruf sahibi bir mürşit olduğunu vurgulayarak, onun müridanını kendi tasarrufu altına almamıştır.

            Şeyhimiz Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri’nde zuhur eden bütün güzellikler Allahu Teala’nın ikramıdır.Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri şeyhimizin mürşidinin Allah olduğunu bildiği için onu yetiştirmek üzere el katmamış, 33 yaşında genç bir komutanken bile “ Sen tamamsın.” Buyurmuştur.

            Kıbrısi Hazretleri şeyhimize sadece silsile kapısı olmuştur.

Öyle ki; Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri Kayseri’de yaşayan müritlerini dergahımıza yönlendirmemiş, birkaç kişi ile selam yollamanın dışında Kayseri’de kendi dergahı varmış gibi hareket etmemiştir.

            Şeyh Mehmet Pehlivanlı(k.s) Hazretleri’nin bütün müritleri Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri’ne saygı duyarlar fakat onları cezbeden bizzat sultanımızın nurudur.

            Vekil ya da halife, müridanı şeyhine teslim etmekle yükümlüdür. Bu nedenle edebin ve tevazunun zirvesinde duran sultanımız Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri dünyadayken hiçbir platformda kendini ön plana çıkarmamış, Şeyh Kıbrısi (k.s) Hazretleri’nin sıradan bir vekili gibi kendi nurunu gizlemiştir. Buna rağmen bütün müritleri kendi tasarrufunda olmuştur.

            Sultanımız Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s)Hazretleri ile Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s)Hazretleri arasında, sıradan bir vekil-şeyh münasebeti olmadığı iyi idrak edilmelidir.

Şeyhimiz Mevlana Sultanü’l-evliya Kutbü’l-efrad Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri şeyhine intisab ettiği ilk günde bile kamil bir mürşit olarak vazifeye başlamıştır. Bunu bildiği için Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri tanışmalarının 3. gününde şeyhimize icazetini vermiştir.

Yolumuzun üçüncü büyüğü Şeyh Şerafeddin (k.s) Hazretleri, Tüm tarikatların ve Nakşi yolunun kendisinden Mehdi’ye (a.s) kadar gelecek olan 7007 evliyanın silsilesini En1am Suresi’nden çıkartmıştır.

Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri’nden  sonra silsilede kimin olduğu o listede yazmaktadır.

Sultanımız Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s)Hazretleri, Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri’nden sonra o listede kimin adının yazdığını bilmektedir.

Bütün müritlerinin kanaati; orada şeyhimizin isminin yazdığı istikametindedir.

Nitekim Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri sultanımızı hep ayrı ve uzak tutarak onun yeni bir koldan hizmet etmesini, oğlu Şeyh Mehmet Adil Efendi’nin ise kendi silsilesine dahil olmasını murat etmiştir.

Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri ebediyete intikal ettikten 40 gün sonra Şeyhimiz Mevlana Sultanü’l-evliya Kutbü’l-efrad Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri hakikati açıklamıştır.

Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri Rabbine kavuştuğu andan itibaren bizim cemaatimiz, Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri önderliğinde; Nakşibendi Halidiye Rabbani kolu olarak ayrılmış, Kıbrıs cemaatiyle bir bağ kalmamıştır.

Bizim için Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s) Hazretleri’nin oğlu onun sadece hatırasıdır. Bizim mürşidimiz Şeyh Mehmet Pehlivanlı (k.s) Hazretleri’dir.

O bir zatın vekili değil, Allah ve Resül’ünün yeryüzündeki temsilcisi olan Allah dostlarından biridir.

Allah, yolunda hizmet eden herkesten razı olsun.

 

MÜRŞİDİN KARŞISINDA DURMANIN ADABI

          Zahiri (bedenle yapılacak) edepler:

 

  • Rahatsız edecek şekilde sürekli mürşidinin yüzüne bakmadan, boynunu eğip; sanki sahibinden kaçmış ve geri getirilmiş bir köle gibi tevazu ile durmalıdır.
  • Mürşit ayağa kalkınca kalkmalı, oturunca müsaadesiyle oturmalı, mürşidin hali ile hallenmelidir. Yani Şeyhi gülüyorsa gülmeli, hüzünlüyse mahzun durmalıdır.
  • Dini bir ihtiyaç veya tarikatta bir müşkülü yahut da mürşide ait bir iş olmadıkça kendiliğinden konuşmaya başlamamalıdır.
  • Mürşidin huzurunda bulunanlarla konuşmamalıdır. Her ne kadar yaşlıda olsa konuşmaktan, kaçınmalıdır.
  • Bilmeden lüzumsuz konuşanları, sözü çok uzatıp mürşidi yoranları ehil bir mürit sessizce uyarmalı, dergaha yeni gelen , usulü bilmeyen, mürit olmamış kimselerin şeyhe alenen bir edepsizlik etmesine meydan verilmemelidir.
  • Aşık olan kimse, aşık olduğu kimseden başkasına ihtiyaç duymadan nasıl duruyorsa öyle durup mecliste olanlarla asla ilgilenmemelidir. Çünkü Mürşide tazim ve aşık olmak, gerçekte Mevla Teala’ya tazim ve aşık olmaktır.
  • Şeyhinden feyiz almak için kalpten yalvarma ile beraber, Şeyhinin kalbine yönelici olmalıdır.
  • Mürşidini Resülullah’ın (s.a.v.) vekili ve hüküm vermede, tasarrufta sultan saymalıdır. Mürşidine karşı yaptığı muamelesini Resülullah’a (s.a.v.) yahut sultana yapacağı muamele gibi bilmelidir.
  • Mürşidin meclisinde yüksek sesle konuşmamalıdır.
  • Mürşidin gözü önünde dikkatli olunmalı, başka bir işle meşgul olmamalı, hatta onun huzurunda nafile namaz dahi kılınmamalı.
  • Mürşidiyle karşılaşınca, gözünü başka şeylerden çevirerek ona tam manasıyla tececcüh etmelidir.
  • Mürşidin emrettiği vazifeleri derhal yerine getirmelidir.
  • Zaruret ve karanlık hali olmadıkça şeyhinin önünden yürümemelidir.
  • Şeyhi abdest alırken şeyhinin önünde veya üst tarafında  abdest alamamalı.
  • Uzak mesafede dahi olsa mürşidi tarafına ayak uzatmamalıdır.
  • Mübareğin canını acıtmamalı veya onun elini sıkmamalı, elini sıkıntılı bir şekilde öpmemelidir.
  • Müsaade almadan huzurunda hiçbir şey yazmamalıdır.
  • Mürşit sohbet ederken tesbih çekmemeli veya herhangi bir şeyle oynamamalıdır.
  • Mürit, mürşidinin evlatları, taallukatı yanında da aynı edebi takınmalı ve onlara da vefalı davranmalıdır
  • Kendisinde bir sıkıntı vaki olunca şeyhin meclisinden çıkıp gitmelidir.                                                                                             

          Batıni (Ruhen yapılacak ) edepler;

  • Mürşidin karşısına çıktığında müridin kalbi gafil ve kalbinde çeşitli düşünceler, imtihan, itiraz veyahut nefsinde meyilsizlik, hoş görmeme olmamalıdır.

            Çünkü bu sayılanların hepsi mürşidin kalbinin müritten nefret etmesini, müridin mürşidin nazarından düşmesini ve kalbinden çıkmasını icap ettirir.

            Çünkü her bir bir müridin mürşidin kalbinde bir karargahı vardır.

            “Yedinci kat semadan yerin altına düşmek, kalp erbaplarının kalplerinden düşmekten hayırlıdır.” Denilmiştir.

  • Mürşidinden fevkaladelik ve keramet gibi şeyler beklememelidir.
  • Razı ve teslim bir halde mürşidinin tasarruflarına itaatli olmalıdır.
  • Mürşidin karşısında gafletten uzak olduğu halde kalbini raptederek, iç feyzi talep edici olarak kalbini

mürşidin kalbine muhabbet ve yalvarma şekli üzerine bağlayıp mürşidin teveccüh ve iltifatını beklemelidir.

  • Mürşidin feyzinin ufku doldurup kapladığını ve müride gelmesinin ise müridin talebine bağlı olduğuna kesin olarak inanmalıdır.
  • Dünya ehlinin iş icabı veya dünya işlerinden bahsedenlerin mürşidin huzurunda bulunmaları, müride feyiz gelmesine zarar vermez.
  • Mürşidin karşısında oturmayı uzatmamalıdır. Çünkü mürşidin kalbinin daralmasından kaçınmak lazımdır.
  • Mürşidin batınından gafil olup dış görünüşü ile meşgul olmamalıdır.
  • “Mürşidin başka kimseye nazar ettiğinden ve onunla konuştuğundan benden gafildir. Ben bu halde Ondan nasıl feyiz alabilirim.” Diye düşünmemelidir. Her durumda mürşitten feyiz hasıl olur. Müridin talep etmesi yeterlidir..
  • Mürit, mürşidini mertebece emsalsiz bilip öyle ayrı tutmalıdır ki;” Eğer şeyhim olmasa yeryüzünde beni Rabbime ulaştıracak başka bir şeyh yoktur.” diye inanmalıdır.
  • Mürşidine muhalefetten son derece kaçınmalı, yardımını ümit ve çok arzu etme halinden uzak olmamalıdır.
  • Malından, evlatlarından bilakis kendi canından çok mürşidini sevmelidir.
  • Kendisinin mutluluğunun mürşidinin kendisinden razı olmasında; felaketinin ise mürşidinin kendisini kovmasında olduğuna kesin olarak inanmalıdır.

            Mürşidini (silsile yoluyla) şeyhinin şeyhi üzerinden takdim etmelidir. Çünkü mürşidi kendisini kovmuş olsa şeyhinin şeyhi de kovmuş olur. Bu böylece Resülullah’a (s.a.v.) kadar devam eder.

  • Mürşidinin karşısında olduğu gibi karşısında değilken de şiddet ve helakından kaçınmak ve uyanık olmak lazımdır. Çünkü Allah dostları kalp casuslarıdır.
  • Mürşidin gülmesine, zahiren kendisine güzel muamele etmesine aldanmamalıdır. Mürşidin zahiren güzel muamele edip batınen mahrum bırakmasından korkmalıdır.
  • Mürşidin müridi azarlaması onu terbiye etmek içindir. Mürşit, müridini bütün hallerde ve bütün işlerinde imtihan etmekten boş kalmaz.
  • Eğer mürit, şeyhinden zahiren şeriata zıt bazı işler görse; Hz.Musa ve Hz. Hızır (a.s) arasnda geçen kıssayı hatırlamalıdır.
  • İzin verilmedikçe mürit, mürşidiyle beraber yemek yemekten, elbiselerini giymekten, mürşidine ait olan kaseden su içmekten, bineğine binmekten, mürşidine ait mekanda oturmaktan kaçınmalıdır.
  • Mürit mürşidin bütün hallerini taklit etmemelidir. Çünkü Allah dostlarında bazı fiiller Allah’ın kuvvetinden doğar. Ve sekr ve mağlubiyet gelmesinden dolayıdır.
  • Mürşit her ne şey sorarsa günahı bile olsa, gizlemeyip söylemelidir.
  • Kalbine ait yanlış, yersiz düşünceleri mürşidine söyleyip yardım istemelidir.
  • Mürit, iç hallerini mürşidinden başkasına gizlemeli, mürşidine ise vakit kaybetmeden açıklamalıdır.
  • Mürşidinin sevdiklerini sevip buğz ettiklerine de buğz etmelidir.
  • Mürit, bid’at ehlinden, gaflet erbabından, tarikatı inkar edenlerden son derece uzak olmalıdır.
  • Yemekte ve içmekte bir lokma olsun israf, hırs ve açgözlülükten kaçınmalıdır.
  • Mürşidin verdiği hediyelere hürmet etmeli ve ebediyen bunları satmamalıdır.
  • Mürşidin ahlakıyla ahlaklanmalıdır.
  • Mürşit yemeğe çağırdığı zaman güzel yiyecek, içecek, güzel yatak vs. arzu etmemelidir.
  • Mürit şeyhine hizmet buyurmamalıdır.
  • Bir davete gitmeyi veya bazı yiyecekleri yemeyi men ederse şeyhe itaat edip kederlenmemelidir.

 

ALTIN SİLSİLEMİZ

 

Rabbüna ve Halikuna Allah’u Teala Azze ve Celle

  1. Seyyidüna ve Rasulina Muhammed Mustafa (s.a.v.)
  2. Seyyidüna ve Mevlana Ebu Bekir es-Sıddik (r.a)
  3. Seyyidüna ve Mevlana Selman-ı Farisi (r.a.)
  4. Seeidüna ve Mevlana Kasım ibni Muhammed ibni Ebu Bekir es-Sıddik (k.s)
  5. Seyyidüna ve Mevlana İmam Ebu Muhammed Cafer es-Sadık ibni İmam Muhammed el Bakır(k.s.)
  1. Seyyidüna ve Mevlana Sultanü’l-Arifin Ebu Yezid Tayfur ibni İsa ibni Adem ibni Sürüşan Bistami (k.s)
  1. Seyyidüna ve Mevlana Ebu Hasan Harakani (k.s)
  2. Seyyidüna ve Mevlana Ebu Ali Ahmed ibni Muhammed Fermendi et-Tursi (k.s)
  3. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Ebu yakub Yusuf Hemedani (k.s)
  4. Seyyidüna ve Mevlana Ebu Abbas Beyle ibni Melkan Seyyidüna el-Hızır (a.s)
  5. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Hacekan Haceki Aled’d Devle Abdülhalik ibni Şeyh Abdülcemil el-Gücdevani İmamü’l Hatm (k.s)
  1. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Arif Rivegeri (k.s)
  2. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Mahmud İncir Fağnevi (k.s)
  3. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Aziz Ali Ramiteni (k.s)
  4. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Muhammed Baba Şinasi (k.s)
  5. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Seyyid Emir Küllal (k.s)
  6. Seyyidüna ve Mevlana İmamü’t-Tarika ve Gavsü’i Halika Hace Bahaeddin Şah-ı Nakşibend Muhammed el-Uveysi Buhari(k.s)
  1. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Alaeddin el-Attar Buhari (k.s)
  2. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Yakub-i Çerhi (k.s)
  3. Seyyidüna ve Mevlana Haceki Ubeydullah el-Ebrar ibni Haceki Mahmud ibni Şeyh Şehabettin Şaşi (k.s)
  1. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Muhammed Zahid Buhari (k.s)
  2. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Derviş Muhammed (k.s)
  3. Seyyidüna ve Mevlana Ahmed Haceki el-Emkeneki Semerkandi (k.s)
  4. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Muhammed Baki Billah Berdani Semki (k.s)
  5. Seyyidüna ve Mevlana İmam-ı Rabbani Ahmed el-Faruki Serhendi Müceddidü’l-elfi’s-sani (k.s)
  6. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Muhammed Masum ibni İmam Ahmed el- Faruki Serhendi (k.s)
  7. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Seyfeddin Arif ibni Muhammed Masum (k.s)
  8. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Seyyid Nur Muhhamed Bedayuni (k.s)
  9. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Şemseddin Habibullah Can-ı Canan (k.s)
  10. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)
  11. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Ziyaüddin Halid Bağdadi (k.s)
  12. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh İsmail Dağıstani (k.s)
  13. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Has Muhammed eş-Şirvani Dağıstani (k.s)
  14. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Muhammed Efendi Yeraği Dağıstani (k.s)
  15. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Seyyid Cemaleddin el-Kumuki el- Hüseyn-i Dağıstani (k.s)
  16. Seyiidüna ve Mevlana Şeyh Ebu Ahmed Suğuri Dağıstani (k.s)
  17. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Ebu Muhammed Medeni (k.s)
  18. Seyyidüna ve Mevlana Şeyh Zeynelabidin Seyyid Şerafeddin Dağıstani (k.s)
  19. Üstadina Sultanü’l-Evliya Mevlana Abdullah el-Faiz Dağıstani (k.s)
  20. Hadimü’s-Sa’dati’n-Nakşibendiyye Mevlana Sahibü’z Zaman Şeyh Muhammed Seyyid Nazım el-Hakkaniyye-i Rabbani(k.s)
  1. Mevlana Sultanü’l-evliya Kutbü’l-efrad Şeyh Muhammed Pehlivanlı el-Rabbani (k.s)